Yardım İstemekten Neden Çekiniyoruz?
Reklam
İdil Çıtak

İdil Çıtak

Uzman Klinik Psikolog İdil Çıtak

Yardım İstemekten Neden Çekiniyoruz?

06 Ağustos 2025 - 13:12


Ruh sağlığı sorunları, sadece bireyin iç dünyasında yaşanan bir durumdan ibaret değildir; aynı zamanda içinde yaşanılan toplumun değerleri, inançları ve kültürel normlarıyla iç içe geçmiş bir olgudur. Bu nedenle psikolojik destek arayışı da bireysel olduğu kadar toplumsal bir süreçtir.
Tarihsel süreçte, ruhsal zorlanmalar farklı dönemlerde oldukça çeşitli şekillerde tanımlanmış ve anlamlandırılmıştır. Örneğin, geçmiş yüzyıllarda psikotik bozukluklar gibi durumlar doğaüstü güçlere, şeytani varlıklara veya ilahi cezaya bağlanmış, bireyler bu gerekçelerle toplumdan dışlanmış ve sert, insanlık dışı yöntemlerle "tedavi" edilmeye çalışılmıştır. Sigmund Freud’un ortaya koyduğu psikanalitik yaklaşım, sadece teorik bir devrim değil, aynı zamanda psikolojik destek anlayışında da büyük bir kırılma yaratmıştır. Freud’un bireyi bir “hasta” değil, anlatacak bir öyküsü olan bir özne olarak konumlandırması, psikoterapiyi bir konuşma alanı hâline getirmiştir. Bu konuşma; yalnızca kelimelerin aktarımı değil, duyguların, yaşantıların ve geçmişin yeniden anlamlandırılması sürecidir.
Bugün hâlâ birçok kişi, bu tür bir yardım arayışına temkinli yaklaşmaktadır. Yapılan araştırmalar, özellikle genç yetişkinler arasında depresyon ve kaygı düzeyi yüksek olan bireylerin yalnızca küçük bir kısmının profesyonel yardım aradığını göstermektedir. Yardım aramaktan çekinmenin başlıca nedenleri arasında damgalanma korkusu, gizliliğe dair endişeler, yardımın işe yaramayacağı inancı ve sorunlarla bireysel olarak başa çıkma isteği yer almaktadır. Türkiye'de ise ruhsal sorunlara yönelik bakış açısının hâlen büyük ölçüde olumsuz olduğu söylenebilir. Özellikle kırsal bölgelerde ve düşük sosyoekonomik gruplarda damgalayıcı tutumlar daha sık gözlemlenmekte; bu da destek arayışını sınırlayan önemli bir engel oluşturmaktadır. Yine de son yıllarda psikoterapiye dair olumsuz inançların azaldığı, daha umut verici bir eğilim geliştiği görülmektedir.
Yardım arama davranışı, yalnızca sosyokültürel koşullarla değil; aynı zamanda bireysel faktörlerle de şekillenmektedir. Duyguları bastırma eğilimi, kendini ifade etme güçlüğü ve cinsiyet rolleri, bu davranışı doğrudan etkilemektedir. Örneğin, erkeklerin yardım arama davranışı üzerinde toplumsal erkeklik normları baskı yaratırken, duygularını açıkça ifade edemeyen bireylerde de destek arayışı azalabilmektedir. Türkiye gibi toplulukçu kültürlerde, aile dışından profesyonel destek alma davranışı da çoğu zaman hoş karşılanmamakta; birey, duygularını dışa vurduğunda ayıplanabileceğini düşünmektedir.
 
 
 
 
Psikoterapinin Kültürel Yüzü
Her birey, bir kültürün değerleriyle şekillenir ve psikoterapi süreci de bu kültürel yapıdan azade değildir. Duyguların nasıl ifade edildiği, destek aramanın nasıl karşılandığı, mahremiyetin ne derece tanındığı gibi unsurlar, terapiye olan yaklaşımı belirleyen önemli faktörlerdendir.
Duyguların İfadesi:
Açık duygusal ifadenin desteklendiği toplumlarda bireyler, hem kendi duygularını daha rahat tanıyabilir hem de bir uzmana ulaşma konusunda daha istekli olabilirler. Oysa duyguların bastırıldığı, zayıflık olarak görüldüğü toplumlarda bireyler içsel yaşantılarını paylaşmakta zorlanabilir ve bu durum, yardım istemeyi de güçleştirir. Duygularını ifade etmekte zorlanan bireylerde, yardım almaya dair adım atma olasılığı da düşer.
Damgalanma Korkusu:
Birçok birey, yalnızca bir sağlık profesyonelinden yardım istediği için eleştirilmekten ya da yargılanmaktan çekinir. Toplumun özellikle kolektif yapıya sahip olduğu yerlerde, "aile dışından birine özel şeyleri anlatmak" büyük bir tabu olabilir. Bu da damgalanma korkusunu pekiştirerek psikolojik destek arayışını baskılar.
Aile Dinamikleri:
Güçlü aile bağlarının olduğu kültürel yapılarda, bireysel mahremiyetin sınırları çoğu zaman belirsizdir. Oysa terapi süreci, kişinin içsel dünyasını özgürce keşfetmesi ve anlatması için güvenli ve bağımsız bir alan gerektirir. Aile üyeleri bazen bu alanı tehdit olarak algılayabilir, bireyin terapide ne konuştuğunu merak edebilir ya da bu desteği küçümseyebilir. Bu tür yaklaşımlar, bireyin terapiye olan bağlılığını zayıflatabilir.
Sosyal Eşitsizlikler:
Psikoterapi hizmetleri uzun yıllar boyunca yalnızca belirli bir gelir ve eğitim düzeyine sahip bireyler tarafından erişilebilen bir alan olmuştur. Bugün bile ekonomik güçlükler, kırsal bölgelerde hizmet eksikliği, dijital olanaklara ulaşımda yaşanan kısıtlılık gibi nedenlerle psikolojik destek alma süreci birçok kişi için erişilebilir değildir. Bu durum, ihtiyacı olan birey ile hizmet arasına ciddi bir mesafe koymaktadır.
 
 
Terapiye Gitmenin Normalleşmesi
Pandemi sonrası dönemde psikoterapiye olan ilgi ciddi şekilde artmıştır. Özellikle genç kuşak, dijital platformlar sayesinde ruh sağlığı hakkında daha fazla bilgiye ulaşmakta; duygularını anlamlandırma ve yardım arama konusunda daha cesur adımlar atmaktadır. Sosyal medyada artan görünürlük, terapi sürecini daha ulaşılabilir ve kabul edilebilir kılmaktadır.
Ancak terapiye başlamak kadar, bu süreci sürdürebilmek de ayrı bir çaba gerektirir. Aile ve toplumun terapiye nasıl baktığı, kişinin bu sürece olan bağlılığını doğrudan etkileyebilir. “Hâlâ terapiye mi gidiyorsun?” gibi ifadeler, bireyin çabasını değersizleştirebilir. Oysa psikoterapi sadece bir sorun çözme alanı değil; aynı zamanda kendine açtığı alanın bir yansımasıdır.
Yardım isteme davranışı karşımıza çıktığında, genellikle bireysel nedenlere odaklanırız. Oysa bu davranışın önündeki engeller sadece kişisel değil, aynı zamanda toplumun kendisinden, kültürden ve mevcut sistemlerden de kaynaklanıyor. Bu yüzden psikoterapinin gerçekten etkili ve kalıcı olabilmesi için sadece bireyi değil, onun içinde yaşadığı çevreyi ve sistemi de dönüştürmemiz gerekiyor. Psikolojik desteğe erişimi kolaylaştırmak ve ruh sağlığına yönelik damgalayıcı tutumları azaltmak için, toplumun genelinde farkındalığı artırmamız büyük önem taşıyor. Özellikle okullar, sağlık kuruluşları ve medya gibi geniş kitlelere ulaşan platformlarda psikoeğitim programlarının yaygınlaştırılması, bireylerin hem kendi ruh sağlıklarına hem de başkalarının yaşadıklarına karşı daha anlayışlı ve kabul edici bir yaklaşım geliştirmesine yardımcı olacaktır.
Bu bakış açısıyla, ruh sağlığının sadece bireysel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olduğu bilincini güçlendirebiliriz.


 
*Sayfamda bulunan yazılar tıbbi tavsiye içermez ve yalnızca farkındalık yaratmak amaçlıdır. Yazılardan yola çıkarak bir hastalık tanısı konulamaz. Hastalık tanısını yalnızca psikiyatri hekimleri koyabilir.
 
 
 

Bu yazı 1984 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum